Eskişehir’de konuşan CHP Genel Başkanı Özgür Özel şu ifadeleri kullandı;
“Bugün Eskişehir’de Yılmaz Büyükerşen hocamızın ev sahipliğinde bir toplantı gerçekleştiriyoruz. Cumhuriyet Halk Partisi'nin ülkedeki tüm sorunlara çözüm üretme ve iyilikleri anlatma çabasını yansıtan bu toplantı, ortak akılla yürütülen çalışmalardan biridir. Bugün, YÖK'ün kuruluş yıl dönümü ve bu toplantıya bölgemizin Başkan Yardımcımız Fuat Özçağdaş’ın da katılmak istediğini, partimizin bu toplantıya verdiği önemi vurgulamak için burada bulunmak istediğini biliyoruz. Ancak ülkemizin gündemi o kadar hızlı değişiyor ki neredeyse her sabah bambaşka bir gündemle uyanıyoruz.
Geçtiğimiz hafta, Esenyurt'ta Türkiye’nin en büyük ilçelerinden birinde, Cumhuriyet Halk Partili bir belediye başkanına yapılan saldırının ardından, gündemimiz tamamen değişti. Bu olay nedeniyle kampımızı iptal ederek İstanbul'a geçmek durumunda kaldık. Parti yönetim kurulumuz, meclis grubumuz ve diğer kurumsal organlarımızla birlikte İstanbul’da toplandık. Olağanüstü bir durumla karşı karşıya kaldığımız için olağanüstü adımlar atmak zorundaydık.
Ancak bu toplantıyı iptal etmememizin bir sebebi var. Mustafa Kemal Atatürk, Temmuz 1921’de, Kurtuluş Savaşı’nın en zor günlerinde, Yunan ordusunun Kütahya’dan Ankara’ya doğru ilerlediği bir süreçte bile eğitim politikalarını tartışmak için zaman yaratmıştı. En olağanüstü gündemlerde bile eğitim konusunu konuşmak, kurucu irademizin bir göstergesidir. Bu yüzden, bugün tüm ağır siyasi gündeme rağmen Eskişehir’deyiz.
Maalesef, ülkemiz adalet krizini derin bir şekilde yaşıyor. Adaleti, hukuku, demokrasiyi, eşitliği öğretenler; yerel yönetim, güvenlik politikaları ve iletişimi öğreten akademisyenler, ülkemizin çağdaş bir şekilde yönetilmesi için gerekli olan nitelikli bireyleri yetiştiriyor. Ancak bugün, akademik özerkliğin askıya alınması ve kayyum atamaları gibi durumlar, bu değerli akademisyenleri hedef alıyor. Kazanılmış hukuki haklar bile yerine getirilmiyor.
Ben, programın açılış konuşmasını yaparken, burada üretilen sonuçların çok anlamlı olacağına inanıyorum. Bugün, YÖK’ün kuruluşunun üzerinden 43 yıl geçti. 1980 darbesinden önce Türkiye’de özgür bir tartışma ortamı vardı, sendikal haklara sahip işçiler bulunuyordu. Ancak darbenin ardından, düşünce özgürlüğünü baskı altına almayı hedefleyen bir sistem kuruldu. Yükseköğretim Kurumu (YÖK), sosyal demokrasiye, farklı düşüncelere tahammülü olmayan bir yapının ürünü olarak kuruldu ve üniversitelerin özerkliğini sınırlayan bir vesayet makamı olarak yapılandırıldı. Kurulduğu andan itibaren, üniversitelerin her adımında bu anlayış hakim oldu ve akademik özgürlükler giderek kısıtlandı.
Sözde daha demokratik yönetimlere geçildi, seçimler yapıldı; fakat iktidara gelen siyasi partiler üniversiteler üzerindeki yetkilerinden vazgeçmek istemedi. Bunlardan biri de 22 yıl önce kurulan ve yolsuzlukla, yasaklarla, yoksullukla mücadele edeceğini söyleyen AK Parti oldu. İlk yıllarında 'erdemliler hareketi' olarak adlandırılan bu hareket, daha ilk seçim bildirgesinde YÖK’ü kaldıracağını vaat etmişti. Ancak, iktidara geldikten sonra YÖK’ü kaldırmak bir yana, üniversiteler üzerindeki yetkilerini genişletti.
1992’de yapılan yasal değişiklikle rektör seçimlerinde öğretim üyeleri tarafından belirlenen en yüksek 6 aday arasından 3’ü YÖK tarafından Cumhurbaşkanına sunuluyordu ve Cumhurbaşkanı bu üç isimden birini seçiyordu. O dönem Cumhurbaşkanları genellikle en çok oyu alan adayı atıyordu; ancak bazen bu kişi atanmıyordu, bu da siyasi tartışmalara yol açıyordu. Daha sonra, mevcut iktidarın Cumhurbaşkanları bu seçimleri tamamen devre dışı bırakarak, doğrudan atama yoluna geçti.
2016’da, Fethullahçı Terör Örgütü'nün darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL ve çıkarılan KHK’lar ile rektör atama yetkisi tamamen Cumhurbaşkanına verildi. Cumhuriyet Halk Partisi olarak bu duruma anayasa mahkemesine başvurduk, ancak anayasa mahkemesi 6 yıl bekledi. OHAL KHK'larıyla anayasal değişiklikler yapıldı; oysa birçok ülkede OHAL dönemlerinde anayasa değişikliğine izin verilmez çünkü özgürlük ortamı yoktur. Maalesef, OHAL şartlarında yapılan referandumla Türkiye’de bu değişiklikler onaylandı.
Bu süreçte, anayasa mahkemesi OHAL KHK’larını denetleme yetkisini kullanmadı ve içeriğine bakmadan bu düzenlemeleri onayladı. Oysa, OHAL KHK’larının sadece olağanüstü durumla ilgili konularda olması gerekiyordu. Ne yazık ki bu yetkiler istismar edildi ve birçok konu OHAL KHK’larıyla düzenlendi. Üniversitelerin özerkliği, demokratik ilkeler ve hukuk devleti zedelendi. Bu süreçte, Türkiye’de demokrasiyi ve üniversitelerin bağımsızlığını koruyacak ne varsa yok edildi.
Anayasa Mahkemesi, OHAL KHK'ları konusunda "KHK'ların içeriğine bakmıyorum" diyerek, bu yetkileri acımasızca kullandı. Anayasa Mahkemesi, KHK’lar mecliste hızlıca görüşülüp Anayasa Mahkemesi’ne gitme hakkımızı sağlayacak şekilde düzenlenince, 60 gün içinde yapılan yüzlerce başvuruyu sıraya almadan yıllarca bekletti. Altı yıl sonra, Anayasa Mahkemesi başvurularımızın çoğunun anayasaya aykırı olduğuna karar verdi; ancak düzeltmeler için süre tanıdı. Tahmin ediyorum ki, bu kararın arkasına sığınıp birkaç yıl daha gecikmeye yol açacaklar.
Bu ülkede anayasaya bağlılığı sadece işine geldiği zaman hatırlayan ve diğer anayasal değerleri göz ardı eden bir anlayışla karşı karşıyayız. Anayasa Mahkemesi, bu anayasa tanımazlığa geçit vererek, dönüp dolaşıp kendi varlığının da sorgulanmasına ve hatta kapatılması yönünde tartışmalara yol açtı. İttifak ortaklarından biri bugün Anayasa Mahkemesi'nin kapatılması gerektiğini savunuyor. Anayasa'nın yargı, yürütme ve yasama organları için bağlayıcı olduğuna dair hükmüne rağmen, bazı mahkemeler bu kararlara uymuyor ve tutukluluk halini devam ettiriyor.
Bu ülkede anayasal düzenin korunmasını isteyenler için bugün burada toplanarak bu enkazı nasıl kaldıracağımızı konuşmamız son derece önemli. Boğaziçi Üniversitesi’nin 1992-2000 yılları arasında özgür bir akademik yapıya sahip olduğu dönemi ve 2021'de atama ile yönetilmeye başlandığı dönemde yaşadığı çöküşü kıyaslayarak bugünkü durumu görebiliriz. Boğaziçi'nin dünyadaki üniversiteler sıralamasında nasıl gerilediğini görmek, akademik özgürlüğün önemini ortaya koyuyor.
Bizim temel yaklaşımımız, üniversitelerin yönetiminde öğretim üyeleri, öğrenciler ve üniversitenin tüm bileşenlerinin söz sahibi olması gerektiğidir. Rektörlerin sandıkla ve demokratik yöntemlerle belirlenmesi, yürütmenin bu sonuca saygı göstermesi gereklidir. Rektör seçiminde araştırma ve akademik başarıların belirleyici olması gerektiğine inanıyoruz.
Eskişehir, Cumhuriyet Halk Partisi’nin övünç kaynağı olan bir üniversite kentidir. Kentteki demokratik kültür ve öğrencilerin mutluluğu, bizim için gurur verici. Eskişehir'de Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevini üstlenen Yılmaz Büyükerşen, bu şehre adeta bir sihirli değnekle dokunmuş gibi. Bu sihirli değneğin içinde demokrasi kültürü, gençlere inanmak, birlikte yönetim anlayışı ve etkin kadrolara duyulan güven var. Yılmaz hocanın liderliğinden beslenmeye devam ediyoruz ve kendisine yürekten teşekkür ediyorum.
Bugün, benim için özel bir gün. Tam bir yıl önce genel başkan oldum ve bu sürede pek çok kente gittim. Bu bir yıl içinde 45 kente toplam 193 ayrı ziyaret gerçekleştirdim, bunlardan 122’si çeşitli etkinliklerdi, sekiz tanesi ise seçim sonrası etkinliklerdi. Ayrıca yedi farklı ülkeyi ziyaret ettik. Eskişehir'e ise 7 kez geldim. Cumhuriyet Halk Partisi olarak Eskişehir’in bizim için ne kadar önemli olduğunu anlatmaya gerek yok. Bu şehirde yapılan her ziyarette önemli dersler çıkardım.
Bir anımı paylaşmak isterim: Yılmaz Hoca büyükşehir belediye başkan adayı iken bir üniversite öğrencileri buluşması düzenlenmişti. Yılmaz Hoca, gençlere hitap ederken, “Eğer bu seçimde bizim partiye oy vermezseniz hiçbirinize hakkımı helal etmem” demişti. O an endişelendim, gençlerin tepkisi ne olacak diye düşündüm. Ancak tam tersine, öğrenciler ayağa kalkıp onu alkışladılar. Öğrencilerin bu tepkisi, Yılmaz Hoca'nın yıllar içinde kazandığı güvene dayalı bir sevgi ilişkisinin göstergesiydi.
Bugün ülkemizde öğrencilerin ciddi sorunları var. Sayın Erdoğan, 23 yıl öncesiyle bugünü kıyaslayarak 45 lira olan öğrenci burslarının arttığını söylüyor. Ancak o günlerde asgari ücretin %27’sine denk gelen bu para, bugün %11’e kadar düşmüş durumda. Öğrencilerin barınma sorunu da ciddi bir sorun olarak karşımızda. KYK yurtları, Türkiye genelinde öğrenci ihtiyacının yalnızca %12’sini karşılayabiliyor. İstanbul’da bu oran %2.6’ya kadar düşüyor. Öğrenciler üniversiteye kaydolduktan sonra barınacak yer bulamıyor ve bu durum onları zorluyor.
Bu ülkede köprü, tünel gibi projelere kaynak bulunabiliyorken öğrenci yurtlarına kaynak ayırmak siyasi bir mesele haline gelmiş durumda. Çünkü, öğrencilere barınma imkanı sunamayan devletin yerine, çeşitli cemaatler ve tarikatlar “Barınma sorununu biz çözeriz” diyerek devreye giriyor. FETÖ gibi örgütlerin öğrenci yurtları üzerinden gençleri kendi dünya görüşlerine yönlendirdiği, hatta onları borçlandırarak ileride kendilerine bağlı hale getirdiği geçmişte yaşandı. Bu tür yapılara karşı dikkatli olunmalı.
Biz, üniversiteleri özgürleştirip akademik ve yönetsel özerkliği anayasal güvence altına alacağız. Rektör atamalarını demokratik ilkeler çerçevesinde yapacağız ve üniversitelerimizin dünya standartlarında bilimsel kurumlar haline gelmesini sağlayacağız. Akademisyenlerin çalışma koşullarını iyileştirecek, maaşlarını artıracak ve akademik özgürlüklerini güvence altına alacağız. Ayrıca, öğrencilerin yurt kapasitesini artıracak, kredi ve burs imkanlarını geliştirecek ve karar alma süreçlerine dahil olmalarını sağlayacağız.
Akademisyenlerimizin ve öğrencilerimizin yurtdışına eğitim, araştırma veya geziler için gitmelerini kolaylaştırmak adına vize sorunlarını da ortadan kaldırmak için çalışmalar yürüteceğiz. Tüm bu adımlar, daha özgür, daha güçlü bir üniversite sistemi kurma hedefimizin bir parçasıdır.
Avrupa Birliği için tam üyelik hedefini koymuş durumdayız. Cumhuriyet Halk Partisi olarak, Avrupa Konseyi’ndeki en önemli kazanımlarımızdan biri, 77 ülkenin ortak iradesi olarak Türkiye’nin Avrupa Birliği tam üyeliğine verdiğimiz desteği her fırsatta vurgulamak oldu.
Türkiye, önümüzdeki seçimlerde tarihi bir kavşağa geldi. 29 Ekim 2024 günü, Cumhuriyet'in ilanının 101. yılında yaptığım konuşmada da söylediğim gibi, Türkiye ya Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün işaret ettiği yolda ilerleyip demokratik standartları sağlayacak ve Avrupa Birliği hedefine yürüyecek, ya da farklı bir yöne sapacak. Avrupa Birliği ile uyumlu bir demokratik standartları yakalayan bir Türkiye ile 4.500 dolar milli gelire sahip, otoriter yapılarla yönetilen bir Türkiye arasında bir seçim yapılacak. Almanya gibi demokratik ülkelerin liderleri, halkı için mütevazı yaşamayı tercih ederken; bizde ise lüks makam araçları, uçaklar ve saraylar ile halktan kopuk bir yönetim anlayışı var. Türkiye, ya vatandaşlarının refahını artıracak, ya da itibar gösterileriyle halktan uzak kalmaya devam edecek.
Devlet Bahçeli’nin açıklamalarıyla gündeme gelen konularda da gördüğümüz gibi, Türkiye'nin her sorunu aslında bir demokrasi sorunudur. İktidarın çıkarlarına göre değil, toplumun ihtiyaçlarına göre hareket etmeliyiz. Bahçeli, “Türkiye’nin Kürt sorunu yoktur” diyor ama aslında burada esas mesele Erdoğan’ın yeniden iktidarda kalmasıdır. Biz ise tüm vatandaşların eşit hissettiği bir ülke yaratmak istiyoruz. Tüm Türkiye’de demokratik bir yönetim anlayışını hayata geçirdiğimizde, herkesin sorunlarını çözebileceğimize inanıyoruz.
Ayrıca, geçmişte farklı siyasi partilerin milletvekillerinin birlikte haksız yere yargılandığını, cezaevlerinde aynı davalarda tutulduğunu ve bu yanlışlıklara karşı birlikte mücadele ettiklerini hatırlatmak istiyorum. Bugün ise siyasi pazarlıklar uğruna, demokratik haklar ihlal ediliyor ve birçok yerel yönetim kayyumlarla yönetiliyor. Biz, Cumhuriyet Halk Partisi olarak samimi bir şekilde her vatandaşın eşit haklara sahip olduğu, adil bir Türkiye hedefliyoruz.
Hiçbir vatandaşımızın kendini ikinci sınıf hissetmediği bir toplum yaratmak için toplumsal bir mutabakat sağlanmalıdır. Ancak bu tür hassas meseleler, toplumun tüm kesimlerinin rızası olmadan meclise taşınmamalıdır. Şehit ailelerimizin, gazilerimizin hassasiyetlerine dikkat edilmeli ve bu konuda toplumsal bir uzlaşma olmadan hiçbir çözüm üretilmemelidir. Ama asıl önemli olan, hem şehit cenazelerinin sona ermesi hem de annelerin gözyaşlarının dinmesidir. Ayrıca, söylemesi ayıp, terörle mücadeleye yaklaşık 1.5 trilyon dolar harcadık. Bu miktar, bugün Türkiye bütçesinin neredeyse iki katına denk geliyor, değil mi hocam? Evet, iki katından fazla ve tüm bu kaynak, emeklilerden işçilere, esnafa kadar birçok kesimin taleplerini karşılayabilecek bir bütçe olarak ortadan kayboldu. Türkiye’nin geleceği için bu kaynağı muhafaza etmek ve başka alanlara yönlendirmek, ülkemizin güzel insanları için harcamak çok önemli olacak.
Biraz uzun konuştum ama bu toplantının önemine verdiğim değerden dolayı buradayım ve tüm bu konuları sizlerle birlikte değerlendirmek istedim. Bugün yapılacak çalışmaların sonuçlarının, sadece partimiz için değil, ülkemiz açısından da çok değerli olacağını biliyoruz. Doğru yolda yürüdüğümüzde bu iktidarın değişeceğini görüyoruz. Ancak Türkiye’de değişimi sağlamak kolay bir iş değildir. Sadece makamları veya genel müdürleri değiştirerek sorunları çözemezsiniz.
Anayasa yapmak bir toplumsal sözleşmeyse, eğitim müfredatında uzlaşmak da öyle bir toplumsal sözleşmedir. Eğitim sistemini, tüm siyasi görüşlerin bir araya geldiği, partizanlığa yer olmayan bir yapıya dönüştürmeyi taahhüt ediyorum. Tüm siyasi görüşlerin ortak bir mutabakat sağladığı, demokratik, liyakate dayalı ve bağımsız bir eğitim sisteminin güvencesi için yola çıktık.
Bugünkü katkılarınızın bu yolculukta çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Bu etkinlikte emeği geçen herkesi, başta değerli hocalarımız, dekanlarımız, öğretim görevlilerimiz ve öğrencilerimiz olmak üzere tüm katılımcıları yürekten kutluyorum. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.”