Eskişehir Özel Anaokulları Derneği Başkanı Ümit Uzunçam şu ifadeleri kullandı;
“Son günlerde ülke gündeminde, belediyelere "kreşlerin kapatılması" yönünde bir yazı gönderilmesiyle başlayan bir tartışma süreci yaşanıyor. Daha sonra Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, yaptığı bir açıklamada, bu yazının kreşlerle ilgili olmadığını, anaokulu ve anasınıflarıyla ilgili olduğunu belirtti. Bu noktada, anaokulu, anasınıfı, kreş ve gündüz bakım evi kavramlarının ayrımlarını ele alarak sorularımıza başlamamız, daha sağlıklı bir ilerleme sağlar diye düşünüyorum.
Pandemi döneminde ülke genelinde anaokulu ve kreş kavramlarının farkı bir nebze daha anlaşılır hale geldi. Sayın Cumhurbaşkanı'nın, pandemi sürecinde bazı sektörlerin kapanacağını duyurması sırasında “kreşler kapanıyor” açıklaması, ebeveynler arasında kafa karışıklığına neden olmuştu. Çocuklarının kreşe mi, yoksa anaokuluna mı gittiğini bilmeyen birçok ebeveyn, bu süreçte kavramların ne anlama geldiğini öğrenmişti. Ancak ülke olarak bu bilgileri çabuk unutuyoruz ve kavramlar tekrar tartışma konusu oluyor.
Milli Eğitim Bakanlığı tarafından belediyelere ve valiliklere gönderilen yazıdaki "kreş" ifadesi doğru bir tanımlama içeriyor. Bakan Tekin de yaptığı açıklamada, anaokulu ve anasınıfı kavramlarını kullanarak bir düzeltme yaptı. Ancak hala "anasınıfıyla anaokulu arasındaki fark nedir?" sorusunun birçok kişinin kafasında yer ettiğini düşünüyorum.
Okul öncesi eğitim, ilkokuldan önceki dönemdir ve iki farklı bakanlık tarafından yönetilmektedir: Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile Milli Eğitim Bakanlığı. Bu ayrım yaş gruplarına göre belirlenmiştir.
Kreşler: 0-24 ay arasındaki çocuklar için hizmet verir ve Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na bağlıdır.
Gündüz Bakımevleri: 24-72 ay arasındaki çocuklar için hizmet verir ve yine Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na bağlıdır.
Anaokulları: 36-72 ay arası çocuklar için eğitim veren ve Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı kurumlardır.
Anasınıfları: Okul bünyesinde bulunan ve anaokulları ile benzer yaş grubuna hitap eden birimlerdir.
Bu karmaşayı çözmek için biz, yıllar önce Türkiye’nin ilk okul öncesi federasyonunu kurduk. Federasyon, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na bağlı kurumların Milli Eğitim çatısı altına alınmasını savunuyor.
Milli Eğitim Bakanlığı’nın denetimi, özellikle 36 ay üzeri çocukların bulunduğu eğitim kurumları için çok önemli. Ancak belediyelere ait kreşler, sübyan mektepleri veya Diyanet’e bağlı kurumlar da eğitim faaliyetleri yürüttüğü için denetim mekanizmalarının yeterince işlediğinden emin olunması gerekiyor. Eğitimsel faaliyetlerin kontrol altında olması şart. Özellikle öğretmen kavramı burada öne çıkıyor. Eğitimi kim verecek? Hangi kriterlere göre bu kişiler atanacak? Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı öğretmenler, pedagojik formasyona sahip ve eğitim fakültelerinden mezun kişilerden oluşurken, diğer kurumlardaki eğitmenlerin durumları tartışma konusu olabiliyor.
Okul öncesi eğitimin tek bir çatı altında toplanması, bu karmaşayı büyük ölçüde giderebilir. Eğitim kalitesinin artırılması ve tüm çocukların eşit şartlarda eğitim alması adına, bu konunun bir an önce çözüme kavuşturulması gerekiyor.
Çocuklarınızı emanet ettiğiniz bir kurumda çalışan kişilerin, bu işi yapmaya yeterli olup olmadığını bilmek önemlidir. Örneğin, bir kreş ya da anaokulunda eğitici olabilmek için çeşitli seviyelerde eğitim almış kişiler bulunabiliyor.
Orta öğretici: Meslek lisesinden mezun olmuş bireyler.
Uzman öğretici: Yüksekokul mezunu kişiler.
Öğretmen: Lisans mezunu, eğitim fakültesi ya da çocuk gelişimi bölümü mezunları.
Bu grupların görevleri ve sorumlulukları birbirinden farklıdır. Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) diyor ki: "Bir kurumda çalışan üç öğretmenden en az biri lisans mezunu, eğitim fakültesi çıkışlı bir öğretmen olmak zorunda." Diğer uzman öğretici ya da usta öğreticiler ise öğretmene yardımcı olarak sınıfta bulunabilirler. Ancak yirmi kişilik bir sınıfa yalnızca bir eğitici verilmesi kabul edilemez. Bu durumun denetlenmesinden sorumlu olan kurum ise Milli Eğitim Bakanlığı’nın maarif müfettişleridir.
Eğer belediyelerin ya da diğer kurumların denetleme mekanizması zayıf kalırsa, kontrolsüz bir sistem ortaya çıkar. Bu durum çocukların eğitimi üzerinde olumsuz etkiler yaratabilir. Eğitim hakkı her çocuğun en temel hakkıdır ve bu hakkın doğru, uzman kişilerce verilmesi gerekir. Liseden mezun olmuş bir birey, pedagojik gelişim takibi için yeterli donanıma sahip olamayabilir. Çünkü eğitimi bu anlamda tamamlanmamıştır. Bu noktada belirlenen kriterler önemlidir.
Ülke olarak bu meseleyi biraz fazla yoğunlaştırdık ve konuyu siyasi bir çatışma haline getirdik. Ancak ben bu konunun bir siyasi çatışma olmadığını vurgulamak istiyorum. Belediyenin kreşindeki çocuklar da, devletin anaokullarındaki çocuklar da bizim çocuklarımızdır. Nasıl ki devletin anaokullarında veya anasınıflarında çalışan sorumlu öğretmenler yüksekokul mezunu olmak zorundaysa, bu kural belediyelere, özel anaokullarına ve kreşlere de uygulanmalıdır. Gerekli eğitim ve yeterliliğe sahip olmayan kişiler, sorumlu öğretmen olarak görev alamazlar.
Biraz önce bahsettiğim federasyon da bu noktada devreye giriyor. Türkiye genelinde okul öncesi eğitimin tek bir çatı altında toplanması ve standardizasyon sağlanması gerektiğine inanıyoruz. Bu tür çalışmalarla hem çocukların eğitim kalitesi artırılabilir hem de mevcut karmaşalar giderilebilir.
Bahsettiğimiz derneklerin ve federasyonların isminde "özel" geçmesi, insanlarda genellikle şu algıyı yaratıyor: "Evet, bunlar özel okul sahipleri. Kendi çıkarlarını düşünürler ve sadece kendi kurumları için çalışmalar yaparlar." Bu yaygın bir algı ve açıkçası bunu yıkmak için uzun yıllardır çaba sarf ediyorum. Federasyonumuz oldukça yeni, yaklaşık üç yıllık bir geçmişe sahip. Ancak Eskişehir genelinde dernek olarak birçok proje gerçekleştirdik. Platform projeleri adı altında yürüttüğümüz çalışmalarımız, eğitim kalitesini artırmaya yönelik. Asıl amacımız, eğitimi daha nitelikli hale getirmek.
Örneğin, öğretmenlerin kriterlerini biraz daha yukarı taşımak mümkün olabilir. Burada Milli Eğitim Bakanlığı’nın yapamadığı bir şeyi yaptığımızı söylemiyorum; bakanlık da bu tür çalışmaları elbette yürütüyor. Ancak bizim elimizdeki olanaklar ve fırsatlar belki biraz daha iyi durumda olabilir. Kendi bünyemizdeki öğretmenleri geliştirmek, onların vizyonlarını genişletmek gibi bir misyonumuz var. Federasyonu kurma nedenimiz, aslında ülkenin genel sorunlarına çözüm arama ihtiyacıydı.
Kuruluş dönemi pandemiye denk geldi. O dönemde, “Ne yapabiliriz?” diye düşündük. Çünkü bir yandan korkuyorduk, diğer yandan çocukların hayatından istemeden de olsa bir şeyler çaldığımızın farkındaydık. Dünya genelinde yayılan bir hastalık vardı ve kimse ne yapacağını tam olarak bilmiyordu. Okullar kapatılsın mı, marketler açık mı kalsın, restoranlar kapatılsın mı gibi birçok kafa karışıklığı yaşanıyordu. Ancak biz, o dönemde açıkça şunu dile getirdik: Çocukları kaybediyoruz, hatta bir nesli kaybediyoruz.
Pandemi döneminde uzaktan eğitim modeline geçildi. O dönemin Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’un projelerinden biriydi ama bu sistem planlanandan çok daha erken devreye sokulmak zorunda kaldı. Online eğitimle ilgili ciddi endişelerimiz vardı. İki, üç, beş yaşındaki çocuklardan bahsediyoruz. Hep şunu söyledim: "Yapamayız, çünkü bir ekran üzerinden çocuğun saçını sevemem. Benim en büyük gücüm bu; önce duygusal bir bağ kurmam gerekiyor. O bağı yakalayamazsam bir şey öğretebilmem mümkün değil." Ekran üzerinden bu bağı kurmak neredeyse imkansız. İşte bu nedenlerle ve bu vebalin bilinciyle federasyonu kurduk.
Şu anda federasyonumuz, ülke genelinde altı ilde faaliyet gösteriyor: İzmir, Konya, Kayseri, Gaziantep, Eskişehir ve Hatay. Diğer illerde de anaokulu örgütlenmeleri yavaş yavaş başladı. Eskişehir, bu süreçte öncü illerden biri oldu.
2005 yılında, dönemin CHP'li milletvekillerince yapılan bir başvuru vardı. Bu başvuru, Ahmet Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanlığı dönemine denk geliyor. 2007 yılında Anayasa Mahkemesi tarafından sonuçlandırıldı. Başvurunun ana konusu ise şu: “Belediyeler eğitim hizmeti vermemelidir.” Anayasa Mahkemesi, 2007 yılında bu başvuruyu onayladı. Ancak belediyelerin eğitim faaliyetleri oldukça kapsamlı bir alanı kapsıyor. Örneğin, gençlik merkezleri gibi yerlerde de eğitimsel faaliyetler yapılıyor ve bunlar halkın yararına sunuluyor. Bu kararı genel bir çerçeveye oturtmak ve genellemek, açıkçası bana çok mantıklı gelmiyor. Neden böyle bir şey yapılmış diye düşündüğüm bir durum.
Ancak bu kararın o dönemde muhtemelen bir gerekçesi vardı. Şöyle düşünelim: 2007 yılına kadar belediyeler eğitim hizmeti verebiliyordu. Bu ne demek? Belediyeler, anaokulu açabiliyor ve eğitim faaliyetlerinde bulunabiliyordu. Şimdi, günümüz konusuna gelirsek, eğer problem buysa, 2007’de olduğu gibi yeniden bir başvuru yapılabilir. Bu kez AK Partili milletvekilleri, Anayasa Mahkemesi’ne başvurarak belediyelerin eğitim faaliyetlerinde bulunmasını sağlayabilir. Böylece belediyeler yeniden resmi bir kimlik kazanır ve anaokulu açabilir hale gelir.
Ben şahsen belediyelerin kreşlerinin kapanmasını isteyen bir kişi değilim. Kendi özel okullarım olmasına ve çevremde pek çok belediye kreşi bulunmasına rağmen bu durumdayım. Eğer amaç sosyal belediyecilikse ve halkın yararına hizmet veriliyorsa, belediyelerin bu faaliyetleri devam etmelidir. Ancak belli kriterler de oluşturulmalı. Örneğin, belediye kreşleri daha çok ihtiyaç sahibi bölgelerde açılmalı. Eskişehir özelinde düşünürsek, Fevzi Çakmak Mahallesi veya Sütlüce Mahallesi gibi yerler öncelikli olmalı. Bu bölgelerdeki ihtiyaç sahibi insanlara yönelik hizmetler artırılmalı ve rakamlar daha makul seviyelerde tutulmalı.
Bağışlarla açılan kreşlerden de bahsediliyor. Ancak bu bağış yapan kişilerden belediyelerin doğru şekilde yönlendirilmesini bekliyoruz. Örneğin, bir bina bağışlamak yerine, daha ihtiyaç sahibi bölgelere hizmet sağlanmalı. Ayrıca bu hizmetin yasal bir zemine oturması gerekiyor. 2007 yılında bu mümkün olmuşsa, şimdi neden olmasın? Televizyonlarda siyasetçilerin bu konuyu tartışmasına gerek yok. Çünkü geçmişte bu konuda bir örnek var. Yolu belli.
Belediye kreşlerine dair mevcut algıya gelirsek, belediyelerin eğitim hizmeti verememesinin arkasında 2007’de alınan Anayasa Mahkemesi kararı var. Ancak bu karar değiştirilebilir. Daha önce nasıl değişmişse, yine değişebilir. “Belediyeler eğitim hizmeti verebilir” denilerek bu konu çözülebilir. Ancak bu mesele, biraz da hükümet ile muhalefet arasındaki tartışmanın bir sonucu gibi görünüyor.
Öte yandan, Milli Eğitim Bakanlığı bu tarz konulara daha önce de müdahil oldu. Düşünün ki, bir apartmanın dördüncü katında bir kişi bir yer kiralayıp kapısına “Çocuk Evi” veya “Oyun Evi” gibi bir tabela asabiliyor. 10-15 çocuk toplayarak uygun bir fiyat karşılığında ailelerden güven kazanıyor. Ancak bu kontrol edilemez bir sistem. O kişi çocuklara ne öğretecek, nasıl davranacak, hangi pedagojik yöntemleri kullanacak? Altlarını değiştirecek mi, yemek yedirecek mi, ses tonunu nasıl ayarlayacak? Bunlar tamamen belirsiz. Bu tür mekanizmaların denetlenmesi gerekiyor.
Bazı sosyal medya reklamlarında bu tarz yerlerin “İngilizce eğitimi” verdiklerini iddia ettiklerini görüyoruz. Ancak bu evlerde bir İngilizce öğretmeni bulunmuyor. İşte bu noktada tekrar vurgulamak istiyorum. Bu yaş grubundaki çocuklar için doğru bir eğitim ortamı sağlamak şarttır. Bu tür kontrolsüz ortamların çocukların gelişimi üzerinde olumsuz etkileri olabilir.
Kontrolsüz hiçbir mekanizmanın olmaması gerektiğini düşünüyorum. Belediyelerin kreşleri dediğimiz yerler, genellikle fiziki şartları oldukça iyi olan binalar. Bu binaların, Milli Eğitim Bakanlığı’ndan ya da Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’ndan ruhsat almasıyla ilgili herhangi bir soru işareti olmamalı. Uygun standartları sağladıkları takdirde, kolaylıkla yerleşebilirler. Ancak, eğer bir yasa engeli varsa, 2007 yılında olduğu gibi bu durum tekrar çözülebilir. Çünkü o zaman yapılmışsa, bugün de yapılabilir.
Bu tür mekanizmalarla ilgili önemli sorunlardan biri güvenlik. Çocuklarımızı emanet ettiğimiz yerlerin güvenliğinden emin olmak zorundayız. Çocuğun kaçırılması ya da şiddete maruz kalması gibi olaylar çok nadir yaşansa da bunların da denetlenmesi gerekir. Ancak, bunu tamamen engelleyecek bir sistem kurmak kolay değil. Güvenlik dediğimiz kavram sadece fiziksel güvenliği kapsamaz; aynı zamanda çocuğun sınıfta, bahçede ya da okul kapısında güven içinde olması anlamına gelir. Bahçe kapısından sonraki güvenlik sorumluluğu öğretmenlerdedir; dışarıdaki güvenlik ise velilere aittir. Bahçe içindeki tüm güvenlik önlemleri çocuğun sadece kaçırılmasını değil, aynı zamanda basit kazaları da önlemeyi amaçlar.
Bu noktada, denetim mekanizmaları devreye giriyor. Maarif müfettişleri, bir kurumun musluklarından tuvaletlerine, öğretmen atamalarından fiziki koşullarına kadar her şeyi denetler. Eğer bir eksik varsa, ilgili kurumlara bilgi verilir ve gereken işlemler yapılır. Ancak, belediyelerin kreşleri gibi bazı yerlerin yasal statüsünün olmaması, bu tür denetimlerin yapılmasını engelleyebiliyor. Bu da kontrolsüzlük yaratıyor.
Buradaki sorun, zaman zaman siyasi tartışmalara dönüşebiliyor. "Bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek" anlayışının benimsenmesi gerektiğini düşünüyorum. Örneğin, Ekrem İmamoğlu dönemine kadar AK Parti'nin sosyal belediyecilik kapsamında çok fazla kreş açmamış olması dikkat çekici. Bu da 2007’de Anayasa Mahkemesi’nin, “Belediyeler eğitim yapmasın” kararını kolayca almasına neden olmuş olabilir. O dönemde zaten bu alanda bir faaliyet olmadığı için, başvuru hızlıca onaylanmış olabilir. Ancak bugün durum farklı. Yeni bir başvuru yapılabilir ve bu sorun çözülebilir.
Öte yandan, bazı apartman katlarında ya da merdiven altı olarak tabir edilen yerlerde çocuk bakımı ve eğitimi verildiğini görüyoruz. Örneğin, bir apartmanın dördüncü katında “Çocuk Evi” adı altında faaliyet gösteren bir yer, hiçbir denetime tabi olmadan çocuklar üzerinde eğitimsel faaliyetler yürütebiliyor. O çocuklara ne tür bir eğitim verildiği, eğitimin kim tarafından verildiği ya da fiziksel ortamın güvenli olup olmadığı belirsiz. Bu tür yerlerin sıkı bir şekilde denetlenmesi gerekiyor. Eğer Milli Eğitim Bakanlığı bu konuda söz verdiği gibi tüm yerleri denetleyecekse, önce Diyanet'e bağlı kurumlar gibi yerlerden başlamalı. Mademki eğitim Milli Eğitim Bakanlığı’nın denetiminde olmalı, Diyanet’in eğitim faaliyetleri de bu kapsama alınabilir.
Özellikle merdiven altı diye tabir edilen yerler o kadar yaygın ki, istatistiklerle ifade edilemeyecek kadar fazla sayıda bu tarz yapılanma var. Örneğin, Eskişehir’de 0-6 yaş arası çocukların sayısını biliyoruz, ancak bu çocuklara hizmet veren yasal kurumların sayısını bilmiyoruz. Yolda geçerken 5. katta asansörü bile olmayan bir yerde “Çocuk Evi” tabelası görüyoruz. İçeride çocuklara ne tür bir eğitim verildiği meçhul. O çocuklara eğitim veren kişinin gerçekten eğitimli olup olmadığını, suyun akıp akmadığını ya da ortamın güvenliğini bilmiyoruz. Bu mekanizmaların mutlaka kontrol altına alınması gerekiyor.
Bu konunun bir diğer önemli boyutu, 0-3 yaş arası dönemin insan gelişimindeki kritik önemi. Uzmanlar, bir çocuğun karakterinin temellerinin bu yaş aralığında atıldığını vurguluyor. Eğer bir çocuk 0-3 yaş arasında sağlıklı bir sevgi ve doğru bir bakım alırsa, ilerleyen yaşlarında güçlü bir karaktere sahip olabiliyor. Ancak, bu dönemi kötü koşullarda geçiren çocukların hayatlarının sonraki yıllarında da bu olumsuzlukların etkilerini görmek mümkün.
Son yıllarda okullarda yaşanan akran zorbalığı olayları da bu durumu teyit ediyor. Çocukların, küçük yaşta yaşadığı eksiklikler, 7-8 yaşına geldiklerinde ciddi davranış sorunlarına dönüşebiliyor. Bu nedenle, erken çocukluk dönemi eğitimi ve bakımı hayati önem taşıyor. Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu konuda sunduğu önerilerin hayata geçirilmesi, geleceğimizin teminatı olan çocuklarımız için çok önemli.”